TÜRKLER IRKÇI OLABİLİR Mİ, IRKÇI BİR TUTUM İÇİNDE BULUNABİLİRLER Mİ?


 
TÜRKLER IRKÇI OLABİLİR Mİ, IRKÇI BİR TUTUM İÇİNDE BULUNABİLİRLER Mİ?
İNSANBİLİM VE BUDUNBİLİM İÇERİKLİ YAZILAR (1)

V. Doğan Günay


Soru ilginç. Hepimizin bu soruya vereceği bir yanıt vardır. Milli duygularımızı kabartarak “bizde ırkçılık yoktur” diyenler olabileceği gibi; yaşadığı, duyduğu bazı olaylara bağlı olarak tersini söyleyenler de olacaktır. Toplum bilimlerinde bir sorunun tek bir yanıtı olmayabilir. Aynı anda birden çok yanıtının olduğu nice durumlar vardır.

Neden bu konu derseniz, son dönemde Avrupa ülkelerinde ulusalcı ve ırkçı partiler ciddi oy almaya başladılar. Yıllardır merkez sağ ve merkez sol-sosyalist partiler arasında el değiştiren iktidarlar, birden aşırı sağdan yeni partilere doğru yöneldiği görülmektedir. Kısaca Avrupa’da ırkçılık yeniden hortlama yönündedir. Toplumsal olaylarda her şeyin bir ya da birden çok nedeni vardır. Bu konuların da ciddi nedenleri vardır.
Sömürgeci devletler için uzunca bir süre, dünyanın her tarafını sömürüp; sömürdüğü ve fakir bıraktığı toplumlardan kimselerin kendilerini rahatsız etmemesi çok güzel günlerdi. Afrika’yı sömürüyorsunuz, Hindistan’ı, Arapların petrolünü her şeyi sömürüp kendi ülkenize götürüyorsunuz. Latin Amerika’nın tüm kıymetli mücevherlerini toplayıp Avrupalıların zengin olması yolunda kullanıyorsunuz. Bu refahı da kendi ülkenizin vatandaşları için kullanıyorsunuz.  Bir bakıma “bir eli yağda bir eli balda” rahat bir yaşam sürüp gitmekteydi. Ama durum değişti. Batı dünyanın her tarafını sömürdü, dünya zenginlikleri yeryüzünde orantılı olmaktan çıktı. Bir taraf açken diğer taraf çok görkemli bir yaşam sürüyordu. Başka yerlerde açılık, fakirlik varken Avrupa pırıl pırıl görünmekteydi. Doğal olarak gece karanlığında tek bir ışık olunca çevredeki tüm böceklerin bu ışığın etrafına doğru gelmesi gibi, dünyanın başka yerlerine göre daha parlak görülen Avrupa’ya (ve Amerika Birleşik Devletleri’ne) doğru bir akım gerçekleşmeye başladı. Amerika’nın “Büyük Ortadoğu Projesi” ile birçok ülkede savaşlar oldu. Uzunca bir süre batının sinema filmi olarak izlediği durumları, savaş bölgesinde yaşayan insanlar çok acı bir biçimde yaşadı. Bulunduğu coğrafyada kıt kanaat olanaklarla yaşayan topluluklar artık yaşayamaz oldular. Eski İngiliz ya da Fransız sömürgelerinde kan gövdeyi götürürken Avrupalılar bu sesleri hiç duymadılar. Onlar hâlâ kedi ve köpeklerinin sorunlarıyla ilgileniyorlardı. Ama vurdumduymazlık bir yere kadar sürebilir. İnsanların yiyecek ekmekleri kalmadığı için Avrupa’ya doğru bir akın başladı. Hem de ölümüne bir akın. Gitmek var, dönmek yok! Gelen sayı onlarla yüzlerle açıklanacak gibi değildi. İşte bu durumda Avrupa belki de tarihinde ilk kez bu kadar fazla göçmeni, yabancıyı kendi ülkesine alacaktı, almak zorunda kalacaktı. Televizyonda izlediklerinin sinema filmi olmadığını o zaman fark ettiler. İşte o zaman başka yerlerde kötü şeylerin olduğunun farkına varmaya başladılar. Kedi köpekten başka şeylerle de ilgilenmek gereken konuların olduğunu gördüler.



Bu durumların yansıması her yerde görüldü. Özellikle siyasal yaşamda daha belirgin hale geldi. Gelinen bu aşamada bir bakıma çaresiz kalan Avrupa, tekrar kendi iç devingenliklerine dönmeye başladı. Kolay politikalara yöneldiler. Halkın ruhunu okşayan, ulusalcı ve “bizim ülkemiz her ülkeden daha güzeldir”, “ülkemizi kimselerle paylaşmayız” türü söylemlere yöneldiler. Ruhbilimsel açıdan zor durumda kalan toplumlar kendi söylenlerine yönelirler. Geçmişlerindeki başarıları yeniden yakalamaya yönelik düşçü davranışlara yönelirler. Bundan sonra Avrupa’nın ulusal kahramanlarını, tarihte kazandıkları savaşları daha fazla duyacağız okuyacağız. Bu da daha fazla içe kapanmayı ve korumacı bir politikaya doğru gitmeyi gerektirecek. Son dönemde yapılan seçimlerde dışarıdan gelen göçmenlerin, mültecilerin “korkusuyla” Avrupa’da ırkçı partilere daha fazla yönelişler oldu. Irkçı partiler sürekli halkın hoşuna gidecek söylemleri yinelediler. Bu konuda çok sayıda örnek var. Örneğin İngiltere’deki ırkçı parti “kontrolsüz göç”ün sona erdirilmesini istiyor, Avusturya’da Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) İslam karşıtı söylemlerle cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu kazandı. Almanya’daki Fransa’daki ırkçı partiler iktidara geldiklerinde Müslümanları ülkelerinden atacaklarını söyleyerek oy kazandılar. En acı olaylardan birisi Norveç’te gerçekleşti: Aşırı sağcı Anders Behring Breivik adlı katilin Müslümanlara ılımlı yaklaşımıyla bilinen Norveç İşçi Partisi’nin (Arbeiderpartiet) gençlik kampına saldırı yaptığını ve 70’in üzerinde genci katletti. Bunu isteyerek yaptığını söyledi. Önceleri antisemitizm eylemleri yaygın olan Avrupa’da; şimdilerde islamofobi, ve Türk düşmanlığı (turcophobie) almış görünüyor. Ama tüm bu olayların bir nedeninin de sol partilerin seçim kazanamamasına da bağlanabilir.



İslam ve Türk karşıtlığına bağlı, ırkçı bir yaklaşım Avrupa için gerçekçi bir politika değil.  Biliyoruz ki Avrupa daha önceden bu ırkça ve faşist yaklaşımların sonucunda çok büyük zarar gördü. Aynı yoldan bir daha geçmek ne kadar akılcı olur bilinmez. Bunu yeniden yaşamak onlar için zor olacaktır. Ama tarih, zaman zaman bazı şeylerin yinelenmesi değil miydi? Albert Camus’nün 1942 yılında yazdığı denem kitabı, Yunan Söylenbiliminden (fr. mythologie) esinlenilmiş Sisifos Söyleni (Le Mythe de Sisyphe) bir bakıma belirli aralıklarla aynı şeyi yineleme anlamına gelmiyor muydu?

Sisifos, Homeros`a göre ölümlülerin en bilgesiydi. Tanrıları kızdırması sonucu bir kayayı dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştı. Tam çıkardığı sırada taş aşağı yeniden yuvarlanıyor, taşın ardından bakan Sisifos aşağı inip tekrar taşı çıkarmaya çalışıyordu. Camus`ye göre bu kısır döngüyü trajik yapan da kahramanın her deneyişinde tekrar düşeceğini bile bile taşı çıkarmaya gayret etmesidir.
Bakıldığında Avrupa Irkçılıkla savaşımı Sisifos’un yaptığına benzeyecek gibi görünüyor. Bu dönemdeki tanrılar acaba, emekleri, zenginlikleri ve özgürlükleri elinden alınmış toplumlar mı olacak? Hitler ve Mussolini’den kurtulan Avrupa, yeni Hitlerler ve Mussoliniler yaratacaklar. Sonra da onlarla savaşıp tekrar en başa dönecekler.
Camus’nün felsefesine bakarsanız bu saçma bir durumdur. İnsan sonu bilinen bir eylemi yapması anlamsızdır ve saçmadır. Dağın tepesinden kayanın düştüğünü gören Sisifos, inişi sırasında düşkün durumunun bütün enginliğini bilir. Yani Nasrettin hoca’nın “damdan düşen” kişi aramasının bir başka biçimi söz konusudur.
Tarih bir bilim olarak saçma değildir. Tarih, geçmişteki olayları inceler ve buradan çıkarılan derslerle geleceğe yönelik varsayımlarda bulunur, yönlendirmelerde bulunur. Ama tarihi tarih gibi ele alınıp incelenirse bunlar geçerli olacaktır. Türkçedeki “tarih” sözcüğü olayların tarihini saptamak, batı dillerindeki “histoire” kavramı ise tek tek olayları araştırma ve incelemek anlamına geliyormuş[1]. Yani aynı olayları tekrar tekrar yaşamak diye bir anlamı yokmuş. Ama “tarih” sözcüğünün Arapçası “ustûre” imiş ve “söylenbilim” (fr. mythologie) ya da “söylence” (fr. legende) anlamına geliyormuş. Burada bir gariplik var. Yani söylence olarak görülmesi, tarihin bilimsel yanını yadsıma anlamına da gelebilir. Batıya baktığımızda tarihi bir bilim olarak görüp onu ayrıntılı incelemişler ve gerekli dersleri de çıkarmışlardır. Bu son durum üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Tarihi olayların nedenlerini anlamaya çalışarak, tarihi bir bakıma yorumlayarak ondan yararlanmaya çalışmak gereklidir.
Sisifos söylenini yeniden yaşamaya yönelen Avrupa toplumu için çanlar çalmaya başladı. Aslında aklı başındaki Avrupalılar bu durumun farkındadır. Bu konuda çaba harcanması gerektiğini söyleyenler de var[2].  Ama sol partilerin başarı gösteremediği bu dönemde “ırkçılığa dur denmeli!” diyenlerin sesi cılız çıkıyor. Böyle olunca da son dönemde Avrupa’da ırkçı partiler güçlenmeyi sürdürüyorlar. Her ülkede bir tane parti “gündeme yaratabiliyor”. Örneğin Fransa’da Ulusal cephe (Front National= FN) cumhurbaşkanlığının iki adayından birisi olmaya kadar gittiler. Ulusal Cephe başkanı Marine Le Pen ırkçı, antisemitist ve ırçı söylemleri sıklıkla kullanmakta. İngiltere’deki Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP), BREXIT’in başkahramanlarından birisi oldu. Yine Almanya için Alternatif Partisi (AfD), Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ), İtalya’da Lega Nord, Hollanda Özgürlük Partisi (PVV) adından sıkça söz ettirmiştir. Yine Danimarka Halk Partisi ve Norveç İlerleme Partisi, Yunanistan’daki Altın Şafak Partisi ya da Bulgaristan’daki Ataka Partisi, Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi, Macaristan’da Fidesz Partisi Avrupa’nın geleceğindeki sıkıntıların habercisi olan partilerdir. Avustuya’daki Özgürlük Parti ikinci kezdir cumhurbaşkanlığı seçimini kazanıyor ve Avrupa elbirliği ile buna dur diyor. Sisifos söylencesini yeniden yaşamak, en başa dönem istemiyorlar.
Avrupa tarihten ders almış mı almamış mı, bunu yakın dönemde göreceğiz. Şu sıralar dışarıdan gelen ve kendi toplumsal yapıyı bozacak kadar fazla gelen mültecileri hazmetmeleri zor olduğundan eski düşünceleri yeniden akla geldi ve “ne yapabiliriz?” sorusuna acil yanıt aramaya çalışmaktalar. Ama şimdilik geçici çözümler4r daha çok ırkçı yaklaşımlardan destek bekler niteliktedir.

Biz yine en baştaki soruya dönelim. Türkler ırkçı mıdır, ırkçı yaklaşımları var mıdır?
Şu sıralar elimde bir kitabım var. Bitti sayılır. Son rötuşlarını yapıyorum. Kültür ve Dil. Kültürbilime Giriş adıyla bir kitap üzerinde çalışıyorum. Bu kitap için çok fazla kaynak oldum. Türklerle ilgili sayısız kaynağa baktım. Oradan gördüğüm durum şudur: Türkler atlı (nomad) kültüre sahip. Yani Türkler uzunca bir süre göçebe bir toplum olarak yaşamışlar. Bunun sonucu olarak göç sırasında çok değişik kültürlerle, topluluklarla karşılaşmışlardır. Gittiği yerlerdeki her toplumla asgari müştereklerde buluşarak bir arada yaşama yolunu seçmişlerdir. Yani dünyanın tek bir topluluktan oluşmadığını belki de yeryüzünde ilk kavrayan uluslardan birisi olmuşuz. Bu durum sanıyoruz Türklerin “illa olsun” dedikleri bir durum da değildir. Özgürlük düşkünü, gezgin bir topluluk olmasının getirdiği bir sonuç denilebilir. Bunun sonucu olarak her topluluğun kendi kültürünü, dilini ve geleneğini yaşama, yaşatma ve koruma hakkı olduğunu kavramışlardır. Gittikleri her yerde yeni topluluklar gördüğünden onlarla birlikte yaşamasını öğrenmişledir.
Söylediğimiz gibi bu durum bütünüyle göçebe olmalarından kaynaklanan bir durumdur. Belirli bir yurttan bile söz etmek zordur. Örneğin Bozkurt Güvenç’e göre “Türklerin Anayurdu olarak kabul edilebilecek topraklar, doğuda Altay Dağları ile batıda Hazar Denizi ya da Aral Gölü ile güneyde Pamir yaylası arasında kalan üçgenle sınırlı görünür”[3] der. Bu göçler önceki Anayurt olarak bilinir. Belirtilen bu bölgede bile o dönemde kaç tane farklı topluluk yaşıyordu. Göçten sonra anayurt çok daha fazla genişlemiştir. Özellikle göç sırasında çok değişik toplulukla karşılaşmaları olasıdır.
Yıllar içinde kazanılan bu tutumun sonucunda Türklerin başka uluslara karşı hoşgörüsüzlüğü, ırksal üstünlük (fr. chauvinisme), ırkçı yaklaşımlar (fr. racisme), yabancı düşmanlığı (fr. xénophobie) ya da başkasına karşı gelişebilecek önyargılar konusunda başka toplumlara göre çok daha fazla hoşgörülü olduğunu söyleyebiliriz. Kendi toplumlarını önemseme yani budunmerkezcilik (fr. ethnocentrisme) konusunda da daha hoşgörülü olmuşlardır. Hatta burada tersi bile söylenebilir. Arap topraklarını ele geçirmişler. Oraya Türkçeyi götürmek yerine Arapçayı alarak geri gelmişler. Bu da “illa benim dediğim doğru”, “benim dilim iyi” ya da “benim ilkelerim geçerli” türü dayatmacı bir yaklaşımı seçmemişler. Gerektiğinde daha gelişmiş olan ne varsa, ondan yararlanma yoluna gitmişlerdir.

Böyle olmasaydı Osmanlı İmparatorluğu altı yüz küsur yıl yaşayamazdı. Hatta zaman zaman duyduğumuz Yunus Emre’nin “yaratılanı sevdim yaratandan ötürü” sözünde çok büyük bir hümanizma gerçeği vardır. Bu söylemde tüm insanlığı sevme gibi evrensel bir hümanist yaklaşım görülür. Yine kendisi Türk olan ama Farsça yazmaktan çekinmeyen Mevlana Celaleddin Rumi’nin şu şiiri başkalarına karşı hoşgörüsüzlüğü, ırksal üstünlüğü, ırkçı yaklaşımları, yabancı düşmanlığını ya da başkasına karşı gelişebilecek önyargıları tümüyle yok sayan bir yaklaşımdır:
Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi,
İster puta tapan ol yine gel, ,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
Bu dizelerin yazıldığı, böylesi bir kültüre sahip toplumun ırkçı olması zordur. Yunus Emre, Mevlana ya da başka birçok örnekte bulunan yaklaşımlarda hoşgörü ve çok kültürlülüğü benimseme vardır. Bir bakıma ötelikileştirme (fr. altérité) bu toplumda olmamıştır. Aslında Mevlana’nın bu sözünde Avrupa Birliği’nin son dönemde bayraklaştırdığı çok kültürlülük, kültürlerarasılık, çoğul kültürlülük, kültürel hoşgörü gibi kavramları çok iyi açıklamaktadır. Çok kültürlülük (fr. multiculturalisme), birçok kültürel grup tarafından oluşmuş gerçeklik ya da olgu durumunu belirtir. Bu gerçekliğin kurallar ve değerleri açısından belli bir tutarlılığı vardır[4]. Yine Mevlana’nın ya da Yunus’un anlatımlarında kültürlerarasılık, çoğul kültürü benimseme durumu söz konusudur. Puta tapan da bir kültürün temsilcisidir. Onunla da konuşmak gerekmektedir. Kültürlerarasılık ise, bir söyleşinin, bir karşılıklı durumun gerçekliğini örtük olarak doğrular. Kültürlerarasılık daha çok bir niyeti bir müdahale yöntemini belirtir. Çoğul kültürlülük (fr. pluriculturalisme), birçok kültürün bir arada varlık bulduğu durumu belirtir[5]. Osmanlı İmparatorluğu hiçbir zaman çoğul kültürlülüğü yadsımamıştır. İmparatorluk içinde her toplum kendi kültürünü yaşayabilmiştir.

Ama Avrupa sözde çok “cafcaflı” anlatımları olsa da uygulamada bu denli hoşgörülü değildir. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu kadar çok kültürlü ya da çoğul kültürlü ortamlar yaratamamışlardır. Onların yaklaşımında benzeşim (fr. assimilation) ve göçmenlerin kendi toplumları ile bir an önce bütünleşmesi (fr. intégration) vardır.  Avrupalılar, göçle ya da başka biçimlerde kendi ülkelerine gelen yabancıların bir an önce benzeşmesini (fr. assimilé) olmasını beklemektedirler. Bunu farklı uygulamalarda görmek olasıdır. Hollanda ya da Almanya anadili Türkçe olan çocuklara Türkçe öğretimini yasaklamıştır. Ötekine (fr. autre) tahammül yoktur. Böyle olunca bir anda kapıya gelen on binlerce Ortadoğulu haklı (!) olarak Avrupalıyı telaşlandırmıştır.
 Bir başka yaklaşım daha söyleyeyim. Hani Anadolu’da yaşamış çok sayıda uygarlıktan söz edilir. Bu uygarlıklar nereye gitti, hiç düşündünüz mü? Aslında kimse bir yere gitmedi. O zaman ne oldu? Herkes yerinde kaldı ve zamanla yeni bir toplum oluşturdular. Bu yeni toplum ırk temelli değil, kültür temelli bir toplumdur. Örneğin Anadolu’da yaşadığı bilinin Akadlar, Bithynialılar, Doğu Roma İmparatorluğu, Frikyalılar, Grekler, Hattiler, Hititler, Hurriler, Karyalılar, Lidyalılar, Likyalılar, Luviler, Mitanniler, Mysialılar, Sümerler, Traklar, Türkler, Urartu ve daha birçok uygarlık sayılabilir[6]. Bu topluluklar nereye gittiler? Kimse bir yere gitmedi. Sonra gelen topluluk önceki gelenlerle kaynaştı. Bu nedenle Türk toplumu, en azından Anadolu’daki Türk toplumunun görüntüsü çok değişik biçimlerdedir. Sarışını, esmeri, kavruk tenlisi, beyazı vardır.
Burada tartışılması gereken bir sorun var. Acaba Türkler başkalarına karşı ırkçı bir yaklaşım olmaması ya da onları hoşgörü ile karşılamasının ardında ve altında “kendisini ezik görme” durumu mu var? Bu başka bir makalenin konusu olsun.

(Yazının hazırlanış tarihi: 08 Temmuz 2016)



[1] UÇAR, Şahin (1994) Tarih Felsefesi Yazıları, Ankara: Vadi Yayınları, s. 11
[2] http://www.abhaber.com/avrupada-sagin-yukselisi-durdurulmali/ (son başvuru 08 Temmuz 2016)
[3] GÜVENÇ, Bozkurt (1994) Türk Kimliği. Kültür Tarihinin Kaynakları, 2. Baskı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 87.
[4] ZARATE, Geneviève (2012) “Appartenances et Lien Social” ZARATE, Geneviève; LÉVY, Danielle; KRAMSCH, Claire (editörler-), Précis du Plurilinguisme et du Pluriculturalisme içinde, Paris: Éditions des Archives Contemporaines, s. 177.
[5] CASTELLOTTI, Véronique; MOORE, Danièle (2014) “La Compétence Plurilingue et Pluriculturelle: Genèse et Évolutions d’une Notion-Concept” BLANCHET, Philippe; CHARDENET, Patrick (yönetiminde-) Guide pour La Recherche en Didactique des Langues et des Cultures içinde, Paris: Editions des Archives Contemporaines, s. 291.
[6] GÜNAY, V. Doğan (2013) Dil ve İletişim, Genişletilmiş 2. Baskı, İstanbul: Papatya Yayınları, ss. 150-151.



 

 

Yorumlar

  1. Hocam, bu makaleden Türklerin ırkçı olmadıklarını bir kez daha öğrenerek bilgimi perçinlemiş oldunuz.Çok net bir açıklama olmuş teşekkür ederim.İzninizle bunu paylaşmak istiyorum.Çünkü herkesin bu makaleyi okuyup düşünmesi gerekiyor.Ayrıca çok hümanist bir toplum olduğumuzun da bilinmesi ve dünyaya bildirmemizin de en güzel bir yolu olduğunu düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  2. Hocam, bu makaleden Türklerin ırkçı olmadıklarını bir kez daha öğrenerek bilgimi perçinlemiş oldunuz.Çok net bir açıklama olmuş teşekkür ederim.İzninizle bunu paylaşmak istiyorum.Çünkü herkesin bu makaleyi okuyup düşünmesi gerekiyor.Ayrıca çok hümanist bir toplum olduğumuzun da bilinmesi ve dünyaya bildirmemizin de en güzel bir yolu olduğunu düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  3. Mehmetciğim, elbette alabilirsin. belki (istersen) blog adresini de verebilirsin. İlgfilenenler başka yazıları da okumak isteyebilir

    YanıtlaSil
  4. Sayın hocam yine bilgilendirici, aydınlatıcı ve harika bir yazı kaleme almışsınız. Ellerinize sağlık. Irkçılık konusuyla alakalı olarak bir insanın aklına gelebilecek tüm sorulara cevap veren bir yazı olmuş.

    YanıtlaSil
  5. Melihciğim, çok teşekkür ederim. Aslında bunların hepsi her gün konuştuğum şeyler, ama derli toplu yazıp burada paylaşmak gerekiyor.

    YanıtlaSil
  6. Rica ederim sayın hocam.Düşüncelerinizi ne kadar da güzel aktarmışsınız. İyi ki varsınız hocam.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

YÜZÜNDE GÖZ İZİ VAR, SANA KİM BAKTI YARİM?

TÜRKÇE BİR DÜNYA DİLİ OLABİLİR Mİ?

"KOR" FİLMİ ÜZERİNDE BİR DEĞERLENDİRME/ÇÖZÜMLEME