TÜKETİM TOPLUMUNDA YAZAR OLMAK



TÜKETİM TOPLUMUNDA YAZAR OLMAK

Prof. Dr. V. Doğan Günay
dogan.gunay@gmail.com

V. Doğan Günay. Kitaplarını imzalarken
Merhabalar,
Yaşadığımız yüzyılda her şeyi çok hızlı tüketiyoruz. Bu tüketim her alanda görülüyor. Doğayı kirletiyoruz, uzayı kirletiyoruz, tüm yiyecekler neredeyse yapay olarak çok kısa bir zaman diliminde üretiyor ve ardından hunharca tüketiyoruz. Bunun sonucu olarak herkes herşye sahip oluyor ve özlem duyulan bir şey kalmıyor. Bir gün önce televizyonda reklamı oluyor ertesi günü o ürünü satın alabiliyoruz. İlgili ürün, değer ya da bilgi, elde ettiğimiz günde bir biçimde tüketilmiş oluyor. Sanat, bilim, çevre her alanda hızlı tüketimin ve olumlu ya da olumsuz sonuçları görülmektedir. Pozitif bilimlerde artık kitaplar yazılmıyor. Araştırmalar makale olarak çıkıyor. Çıktığı gün ilgili kişiler okuyor ve o araştırma o anda bitirilmiş oluyor. İnsanlık bilimlerinde de kitapların ömrü eskisi kadar uzun değil. En güçlü bir kitap bile, içindeki bilgilerin yenilenmesi ya da güncellenmesi sonrasında en geç 5-7 yıl sonra yeni bir alternatif karşıtı çıkmaktadır. Yani önceki kitap içerisindeki bilgiler üzerinde çalışmalar yapılıp gelişen yeni durumlara bağlı olarak kitapları da yenilemek gerekmektedir.
Çok değil bundan 30 yıl öncesinde kimin köşe yazarı, kimin romancı ya da kimin şair olduğu bilinirdi. Bir yazarın yeni romanı çıkmışsa en azından sanat dünyasında bu duyulan bir olaydı. Bir sanatçının plağı, uzun çaları ya da kaseti çıktığında müzik dergilerinde önemli bir haber olarak duyurulurdu. Bu söylenen şeyler çok çok eski dönemleri belirtmiyor. Yaklaşık 30 yıl öncesinden söz ediyoruz. Bir başka açıdan da XX. Yüzyılın son döneminden söz ediyoruz. Şimdilerde XXI. Yüzyıldayız. Milenyum yüzyılı. Her şeyin yıldızlı ve yaldızlı olduğu, gerçeğinden öteye yapayının gündemde olduğu bir yüzyılı yaşıyoruz. Televizyon ve ardından internet denilen her şeyi görselleştiren bazı iletişim araçları sayesinde gizli bir şey kalmamaktadır. Geçen yüzyıldan bize miras bir internet diye bir şey çıktı. Herkes her konuda uzmanı oldu. Artık kitap okunmuyor, gazete alınmıyor, hatta doktor olarak da google’dan destek aranıyor. Bazen de gerçek doktorun bilgisi google’in bilgisi ile test ediliyor. Görülen o ki bu dönemi iyisiyle ve kötüsüyle yaşayacağız. Sonrası nereye gidecek? Belli değil. Ama geleceğin dünyası internet diye sürekli propaganda yapılıyor. Bu yaşamı kolaylaştırdığı gibi karamsarlığı, ürküntüyü de beraberinde getiriyor. Çarpıcı bir örnek olması açısından şimdilerde “mavi balina” denilen bir oyun internet üzerinden oynanıyor ve bu oyunun yönlendiricileri oynayan oyuncuları esir alıyor. Bir anlık kötümser düşünelim ve bu türden oyunların çok çok arttığını düşünelim. İnsanların oyuna bağlı olarak saldırganlık içinde olduğunu, uyuşturucu kullandığını ve en acısı intihara yöneldiğini görüyoruz. Ne kötü bir senaryo. Ama şimdilerde kötü bir şey olarak nitelesek de gidişat o yöne doğru.
XXI. Yüzyıl sanal ortamın katkısı ile herkesin bir gün bile olsa ünlü olmasına yardımcı oluyor. Televizyona çıkan herkes ertesi günü çok ünlü birisi olduğunu düşünüyor. Televizyon yoluyla herkes meşhur olmak isterken internet daha da kolaylaştırdı. Yurt içinde ya da dünyada internetteki bir müzik parçası yoluyla meşhur olan birçok kişi olmuştur. Ülkemizden İrem Yağcı, Öykü ile Berk, Gökhan Türkmen bunlardan bazıları. Bir zamanlar internet Mahir diye birisi vardı. Hatta adamcağız çok iyi niyetli bir biçimde özgeçmişini sayfasına ekler. Bir başkası da espri olsun diye kişinin sayfasını değiştiriyor ve en sonuna da “I kiss you” yazıyor. Facebook’un olmadığı bir dönemde bu kişi çok meşhur olmuştu. Dünyada da benzer örnekleri çok. Annesinin bir kasetini yarışmaya göndermesi ile meşhur olandan internete bir müzik koyarak meşhurluğu bulan sayısız örnek vardır. Şu anda internetin “faydalarından” yararlanmaya çalışan çok sayıda “yarının yıldızı” var. Keşfedileceği günü bekliyor.
Popüler sanat (Pop Art) akımının önemli temsilcilerinden olan Amerikalı Andy Warhol’ın ünlü sözlüdür: “Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacaktır”. Özellikle X, Y, ve Z kuşağı bu durumlara çok hazırdır. İşte bir örnek: Kapitalizmin önemli simgelerinden birisi kuşkusuz koladır. Kola bu ülkeye 50’li yıllardan sonra geldi. Önceleri cam şişede satılırdı, kolayı içinde şişe geri verilir, sonra ilgili dolum tesislerine geri gider doldurulur yeniden tüketiciye sunulurdu. Sonra tüketim çılgınlığı başlayınca, ara sıra şişe görülse de, kolalar teneke kutularda satılır oldu. Bakkaldan alınan cam şişe yerine marketten alınan teneke kutu içildikten sonra elinle şıkıştırılıp hatta yer müsaitse bir de tekme vurarak çöp bidonunu boyluyor. Ben bu durumu tüketim çılgınlığı öncesi ve sonrası sanatçıların durumuna benzetiyorum. Bir Barış Manço plak çıkartırdı, bir Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanı yayınlanırdı. Hazırlanan bu ürün alıcıyla buluşur, alıcı onu alır içer, okur, izler ve ondan bir zevk alırdı. Doğal olarak bir roman, plak ya da resim saklanırdı. Okuyucuya/tüketiciye sunulan bu ürün alır, dinler/okur yeniden dinler ve saklardı. Barış Manço da bu yeni plağıyla ilgili bazı sunumlar yapar sonra köşesine çekilir, yenilerini üretmeye başlardı. Barış Manço şişe kola ile simgeleştirilebilir. Yani sanatçı bir kerelik dinlenmeye değil, belirli aralıklarla hep dinlenirdi. Sonra tüketim çılgınlığı ve buna bağlı olarak her şeyi çok hızlı üretip ve tükettiğimiz bir dönem başladı. Televizyonda gördüğünüz bir sanatçıyı neredeyse bir daha göremez olduk. Bir tek kaset çıkartıp kaybolan, sonra yeniden bir şeyler üretip dinleyicinin karşısına çıkan sanatçı çok çok azaldı. Bu yeni tür sanatçı da teneke kola ile simgeleştirilebilir. Bir kaseti çıkıyor, onu alıyorsunuz, dinledikten sonra ezip büzüp çöp kutusuna atıyorsunuz. Elbette teneke kutunun yanında şişe kola da üretilmeyi sürdürmektedir. Aynı biçimde bir kerelik değil, belirli aralıklarla yeniden bir şeyler oluşturup izleyicinin karşısına çıkan sanatçılar da vardır. Ama eğretilemeli anlatımla söylersek, teneke kolaya göre şişe kola daha az üretilir oldu.
Televizyon denilen o ilginç kutu herkesin yaşamını süslüyor. Herkes birgün orada izlence sunmak istiyor, dizide oynamak istiyor, yarışmalarda olmak istiyor. İstiyor da istiyor. Neden, Andy Warhol’un alaya aldığı “15 dakikalık ünlü olmak” için. Elbette şunlar da sorgulanmalı: İnsan niçin ünlü olmak ister, ünlü olunca neyi başarmış olacaktır? Günümüzde ünlü olmak, kültürel ve insanbilimsel açıdan ne anlama gelir? Aslında toplumda “görülür olma”, “öne çıkma” gibi bazı ruhbilimsel durumlardan söz edilebilir. O zaman XXI. Yüzyıl insanın beklentileri değişti. İyi bir oyuncak ya da başını sokacağı bir ev istekleri gerilerde kaldı. Bu da iletişimin geldiği aşama ile ilgili. Taaa dumanla iletişime götürmeyeceğim, ama önceleri mektup vardı. Sonra sesli iletişim telefon katıldı. Televizyonla görsel iletişim başladı. O zaman görsel iletişimin bir bakıma ilkel aşaması idi. Sonra internet, cep telefonları, 4G’ler derken artık mektup yazıp cevabını beklemek yok. Şimdi mail var. O da eskidi Whats Application (vatzap) var. Yazıyorsunuz, alıcınızın sizin iletinizi okuyup okumadığını da oradan görüyorsunuz. Hız inanılmaz bir aşamaya geldi. Zaman bu denli kıymetli mi? Aslında o da tartışmalı. Zaman bu denli kıymetli ise İstanbul trafiğinde eve gitmek için 2 hatta 3 saat yolda geçiyor. Bu nasıl kıymetli bir zamanmış böyle.
Meşhur olmaya geri dönersek, o da hızlı olacak galiba. Warhol 15 dakikalık bir ünlü olma durumundan söz ediyor. O da hızlı, kısa ama tam atış biçiminde. İnternette meşhur olma yalnızca müzikle değil, her alanda her şeyle meşhur olma durumu söz konusu. Eskiden dergiler çıkardı. Ucuz olsun diye üçüncü hamur kağıda basılırdı. Zaten öyle çok da basılmazdı. Şimdi tüm dergiler internet yoluyla yayınlanır oldu. Canı sıkılan dergi çıkarıyor. Nasıl olsa bir bedeli de yok. Dergi ile sınırlı değil, deneme amaçlı da olsa internet üzerinden roman yazanlar, internet üzerinden televizyonlar da başladı.
Burada durumu birazcık da göstergebilim açısından ele alıp incelemek olasıdır. Hiç kimse /olmak/ peşinde değil. Herkes /görünmek/ peşinde. Meşhur görünmek, güzel bir anlatım ama meşhur olmak sıkıntılı. Meşhur olmanın bir yükümlülüğü var. Ama herkes her biçimde görünebilir. Doğrulama ulamı açısından /olmak/ ve /görünmek/ kiplikleri bir arada olması uygun olur. Burada açıklık ile belirgin olmayan bir karşıtlığı, sinsilik ile benzeşim de bir başka karşıtlığı oluşturur[1]: Ünlü /olan/ ve /görünen/ bir kişi açıktır ve ortadadır. Ünlü /olan/ ama /görünmeyen/ bir kişide sinsilik vardır. Ünlü /olmayan/ ama öyle görünen bir kişi benzeşim vardır. Son olarak da ünlü /olmayan/ ve de böyle /görünmeyen/ bir kişide belirgin olmayan bir durum vardır.
Bilen kişi ile bilmeyen ama bilir görünen kişi arasında önemli bir ayırım vardır. Çağımızın sorunu bilme edimi değil, görünme edimi. Herkes ünlü görünmek ister. Bunlar göstergebilimcilerin yaptığı doğrulama ulamı üzerinde şu biçimde gösterilebilir:
                   

Tüketim toplumun bireyinin zevkleri de değişti. Eskiden bir tane Salvador Dali vardı. Onun resimleri de şuradaki ya da buradaki galerilerde olurdu. Görmek isterseniz kalkıp o galeriye gitmeniz gerekirdi. Günümüz insanı artık “sahip olma isteği” çok fazla arttı. Bu nedenle eğer özgün resme ulaşamıyorsa onun taklidini ya da yeniden sunumunu (reprodüksiyon) edinip onu duvarına asmaktadır. Burada ilginç bir durum oluştu. Ressamın özene bezene yaptığı resimden bir tane değil, sonsuz tane olabilmektedir. Pop Art işte böyle bir durumu belirtmektedir. Sanat galerini gezme ayrıcalığı da internet yoluyla ortadan kalmışa benziyor. Yeni açılan bir sergi ya da çok ünlü bir müzeyi 360 derece açılı kamera ile milim milim gezme olasılığı doğdu.
Yazının başlığına gelince, aynı durum bu alan için de geçerlidir. Eğer iyi bir okur değilse, bir şey yazıp tek bir öykü kitabı çıkarıp kaybolan yazarlar da olabiliyor. Ama okumak bir alışkanlıktır, isterseniz hastalıktır. Okumayı bırakmayan kişi yeniden bir şeyler üretmesi kaçınılmaz gibi bir şeydir. Bunlar edebiyat dünyası için geçerli. Ama şimdilerde sanal dünyada yeni bir alan doğdu. İyi bir okur durumundan yazarlığa geçiş yapan birisi “teneke kola” durumuna düşmeyecektir diye düşünebiliriz. O şişe koladır. Çünkü sürekli okumaktadır ve sürekli yeni bilgilerle donanmaktadır. Jean Paul Sartre yazmak isteyen bir genç için şu soruyu sorar: “Söyleyecek bir şeyiniz var mı?”[2]. Öyle ye, 15 dakikalık meşhur olmak için mi yazıyorsunuz ya da bulunduğunuz topluma bir ayna mı tutmak istiyorsunuz? Yazmak bir edimde bulunmak, eyleme geçmektir. Bu da bir amaçla yapılabilecek bir edimdir.
“Niçin yazıyorum?” ya da “niçin yazıyorsun?” sorusu yıllardır sorulan bir sorudur. Bu soruya yanıt arayanlar çok olmuştur. Herkesin kendisine göre bir uygun yanıtı vardır. Yanıtı olmayan kişinin yazdığı şeyin de bir anlamı olmayacaktır. Bu soruya yazarlar yanıt verdiği gibi yazarların yarattığı kahramanlar da kendi bağlamında yanıt vermişlerdir. Amaçsız yaşanamaz. İşte birkaç örnek:
Cemal Paşa ile Filistin’de bulunan Falih Rıfkı Atay dönüşte yaşanılanları yazmak ister. Bu bir gerekliliktir: “Büyük harpte Suriye idaresi için hiçbir satır yazı yazmamıştım, çünkü yalnız beğendiğim şeylerden bahsetmem lazımdı. Mütarekede ise, yalnız beğendiğim şeyleri yazabildiğim için, Suriye hatıralarını yine bir yana bıraktım”[3] der. Gençliğin bu bölgede yaşanılanları bilmesi için Zeytindağı kitabını yazar. Kafka sevgilisine yazdığı mektupta Dönüşüm öyküsü ile ilgili duygularını paylaşır: “Ağla sevgilim, çünkü ağlamanın zamanıdır şimdi! Küçük öykümün kahramanı bir süre önce öldü. Eğer bir teselli olacaksa senin için, o zaman bil ki yeterince huzurlu ve herkesle barışık olarak öldü. Öykünün kendisi bitmedi henüz, artık içimde istem duymuyorum ve sonunu sabaha kadar bekleteceğim. Zaten saat yeterince geç ve dünkü aksamanın üstesinden gelebilmek için çok çalıştım”[4]. Franz Kafka anlatısıyla o denli özdeşleşir ki, artık yazdığının toplumda bir karşılığının olduğunu bilir. Sahra çölünde uçağı bozulup inmek zorunda kalmış pilottan zorla bir koyun resmi çizmesini isteyen küçük prensin de çok kesin bir amacı vardır. “Çok yaşlı bu. Uzun süre yaşayacak bir koyun istiyorum ben”[5]. Yaşadığı yer küçük bir gezegendir ve amacına uygun bir koyun resmi ister. Amacı olmasaydı o prensin belki yaşama isteği de olmayacaktı. Tahsin Yücel de amaçlarını bilmeyenleri sorgular. Hatta kendi yanılgılarının farkında olmayanlarla dalga geçer: “Solculuk söz konusu olunca burnundan kıl aldırmayan kimi yazarlarımız ülkemizde gerçek bir bilimden, gerçek bir felsefeden, gerçek bir sanattan söz edilebilmesi, özgür bir yönetim biçiminin filizlenip gelişebilmesi,, bu yolda bir devrim gerçekleştirilebilmesi için  her şeyden önce güçlü bir kenter düzenin kurulmasının zorunlu olduğunu savunur, böylece, ayrımına bile varmadan, kendi yetersizliklerini de kesinlemiş olurlar”[6] der. Bu da ne istediğini bilmeme durumudur. Yazan kişi ne istediğini kesin olarak ortaya koyabilmelidir.
Fransız varoluşçu felsefeci ve yazar Jean Paul Sartre’dan esinlenen Fethi Naci için yazarın görevinin “hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendisinin suçsuz olduğunu ileri sürmesini sağlamaktır”[7]. Yani yazar hem çağının tanığıdır hem de içinde yaşadığı toplumu daha iyiye daha güzele götürme konusunda sorumlulukları vardır. Elbette bunlardan kaçanlar da olabilir.



[2] SARTRE, Jean-Paul (1985) Qu’est-ce Que la Littérature?, Paris: Gallimard, collection: Folio/Essaie, s. 27.
[3] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 9.
[4] KAFKA, Franz (2017) Dönüşüm, Çeviren: Ahmet Cemal, 56. Baskı, İstanbul: Can Yayınları, s. 95.
[5] SAINT-EXUPERY, Antoine de (2015) Küçük Prens, Çeviren: Oya Özen Mungan, Ankara: Nilüfer Yayıncılık, s. 13
[6] YÜCEL, Tahsin (2001) Salaklık Üstüne Denemeler, 2. Baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 89.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

YÜZÜNDE GÖZ İZİ VAR, SANA KİM BAKTI YARİM?

TÜRKÇE BİR DÜNYA DİLİ OLABİLİR Mİ?

"KOR" FİLMİ ÜZERİNDE BİR DEĞERLENDİRME/ÇÖZÜMLEME