AFRİN: YENİDEN “ARAP ÇÖLLERİNDE TÜRKLER” OLMASIN


AFRİN: YENİDEN “ARAP ÇÖLLERİNDE TÜRKLER” OLMASIN

V. Doğan Günay

Giriş
“İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene
- Benim Ahmed’i gördünüz mü diyor.
Hangi Ahmed’i? Yüzbin Ahmed’in hangisini?
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
- Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdad’a mı?
Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görsen, ona da soracaksın:
- Ahmed’imi gördün mü?
Hayır… Hiç birimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. En âlâsından cehennemi gördü”[1].
Bu alıntı ile başlamak istedim. Osmanlı’nın son dönemdeki Anadolu’da zor durumdaki anaların babaların durumunu daha iyi anlatan bir yazı olabilir miydi? Zor.
Afrin harekatı doğal olarak Türkleri yeniden kendi tarihinden bazı sayfalarını anımsamaya itti. Elbette her ulus gibi biz de ordumuzun başarılı olmasını isteriz. Ordunun başarısı tek başına yeterli değildir, illa ki geliştirilen politika da ordunun başarısını pekiştirmeli. Hele hele herkesin söylediği biçimiyle dış politikadaki çok önemli durumları içeride oya dönüştürmek için gereksiz davranışlara girmek hem devletimizi hem de ordumuzu zor durumda bırakır. Güncel politikayı burada bırakarak kendi konumuza doğru yönelelim. Biz konuyu biraz edebiyat biraz da güncel sorunlar bağlamında ele almak istiyoruz.
Türkler Orta Asya’dan kalkıp buraları yurt edinmiş. Uzun süredir de buraların sahibi olarak bulunmuşuz. Gelin görün ki Ön Asya’nın bu kısmının alt tarafı XIX. Yüzyılın başından itibaren yeraltı zenginlikleri dolayısıyla Batılı ülkelerin ilgi alanı içinde olmuştur. Aslında insanlığın doğduğu bu Ön Asya -Arap yarımadası tarihin her döneminde insanlığın ilgisini çekmiştir. Haçlı seferleri anımsayalım. Osmanlı İmparatorlu ile birlikte bu topraklarla biz ilgilendik, ilgilenmek zorunda kaldık. “Bin yılın başında Tuğrul Beyin gelişiyle Türkler Ortadoğu coğrafyasında kurtarıcı bir unsur olarak karşılanmış ve bu durum Birinci Dünya Harbinin sonuna kadar devam etmiştir[2]. Ama Batı boş durmamış, sürekli Osmanlı içindeki etnik yapıları kışkırtmıştır. Altı yüz yıllık imparatorluk sürecinde Batıdan gelen tüm saldırıları biz göğüslemek zorunda kaldık. Öyle ki Araplar rahat etsin diye kendi servetimizi o çöllerde harcamaktan geri durmadık. Bunun bir nedeni imparatorluk sorumluluğu ise de, bir başka nedeni dinsel kaygılardandı. Kutsal toprakların Hıristiyanların eline geçmemesi için Anadolu’nun servetini o çöllerde harcar: “Ta, Şam’a kadar üç gün üç gece süren demiryolunun iki tarafını Anadolu Türkleriyle kuşatacağız. Arap kesesine Anadolu altını ve Arap kursağına Anadolu rızkını akıtacağız”[3]. Ne acı, bu topraklarda yaşayanlar her zaman çevresindeki insanların iyiliği için çabalamışlardır. Sonuç mu, neredeyse hepsi Osmanlıyı arkadan vurmuştur.
Bizim yazınımızda Arap çölleri, Ön Asya ile ilgili çok çalışma bulunur. Örneğin Refik Halit Karay’ın bu alanda anı ve anlatı kitapları vardır. Evliya Çelebi bir gezgin olarak bu bölgelerden çokça söz etmiştir. Değişik divanlarda bu alandan söz edilir. Yine Falih Rıfkı Atay Zeytindağı adlı anı-anlatı kitabında ve Alpay Kabacalı Arap Çöllerinde Türkler[4] çalışmasında bu alanı ele alıp incelemişlerdir. Aslında bu bölgenin savunması Anadolu’dan hiç ayrılmamış. Hatta Suriye’nin Lübnan’ın düşman ellerine geçmemesi için çok çalışıldığını da söyleyebiliriz: O dönemde Cemal Paşa’nın Halide Edip Adıvar hanımla birlikte Suriye’nin Osmanlılaştırma düşüncesi konusunda çaba harcarlar: “Suriye’yi Osmanlılaştırma fikrine saplanan Cemal Paşa, Beyrut’taki Amerikan ve eski Fransız koleji ve liselerine benzer, modern Türk okulları açmak istiyordu. Bu okullar sırf öğretim ve eğitim üstünlüğü ile kız ve erkek Beyrut çocuklarını kendi kucaklarına çekeceklerdi”[5]. Bu önemlidir. Hiçbir zaman kendinden ayırmak istemediği bir topraktır. Ama Osmanlı’nın zayıf düştüğü anda Batı leş kargası gibi çullanmış ve Suriye’yi Lübnan’ı elimizden alıvermiştir. Bunlarda tüm Arapların değilse de, bazı aşiretlerin Batılılar ile birlikte davranmalarının da katkısı çoktur.
Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı adlı yapıtını 1932 yılında yazar. Henüz yaralar kurmamış ve “Alı yemendir, gülü çemendir / Giden gelmiyor acep nedendir” türküsü toplumun belleğindeki yeri daha soğumamıştır. Daha İsrail devleti kurulmamış, Ortadoğu’da Filistinliler şamar oğlanı olmamıştır. Ama Osmanlı İmparatorluğu paramparça olmuştur.
Falih Rıfkı Kudüs’teki Zeytindağı Tepesi’ndeki Alman Misafirhanesinde olan dördüncü ordu komutanı Cemal Paşa’nın emrine atanır. Oradaki yaşanmışlıklardan arta kalanı kitaplaştırır. O dönemki yazarlardan bu kitap dolayısıyla övgüler alır. Komutanı olan Cemal Paşa aleyhine yazılmış bir kitap olarak görülür. Ama bu düşünce genelde kabul görmez.
Arap yarımadası ve Levant Bölgesinin Osmanlı İmparatorluğu’nun elinden çıkması yalnızca Osmanlının her cephede savaşarak güçsüz kalmasına da bağlamamak gerekir. “Türklerin Süveyş üzerine yaptıkları yürüyüşün başarısızlığa uğraması üzerine, İngilizler gerek Aden’den, gerek Süveyş’ten Osmanlı İmparatorluğu içlerine doğru ilerlemeye başlamışlardı. Bu ilerleyiş sırasında İngilizler Araplardan, özellikle Mekke Emiri Hüseyin’in yardımını da görüyorlardı.  (…) 30 Ekime kadar süren savaş sonucunda 1918 yılında Yafa dolaylarında, Osmanlı siperlerini yarmayı başardılar ve Suriye içlerine girdiler”[6]. Bu Mekke Emiri Hüseyin denilen kişi, 1951 yılında öldürülen Ürdün Kralı Abdullah’ın babası, şimdiki kralın büyük dedesi, 14 Temmuz 1958 yılında öldürülen Irak Kralı II. Faysal’ın büyük dedesiymiş. Yani bölgedeki kralların çoğunluğu tahta silahla çıkıyor ve öldürülerek tahttan gönderiliyor. Suud ailesinde de bu tür durumlar şimdilerde de var, hepimiz görüyoruz. Bölge insanı gücü sever. Dinle imanla fazlaca ilgisi yoktur. Olsaydı İngilizlerle değil de Osmanlılarla birlikte hareket ederlerdi. İngilizlerin ruhunu satın aldığı Suud ailesi, hem de Mekke Emiri olan bir soytarı ve buna benzer bedevi Araplar Türklerden kurtulup İngilizlerin uşağı olmayı çok istediler. Bu nedenle sarı liralara dayanamayıp Müslüman kardeşinin boğazlanmasını zevkle izlediler. Falih Rıfkı kitabında bu durumu çok açık bir biçimde betimler:
“Hele çöl bedevilerinin altın ve kıymetli taştan başka dinleri yoktu. Sınır boylarındaki şeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanları yanyana idi. Şeyh size kim olduğunuzu sorar, 
- İngiliz misiniz? Yaşa İngiliz!
- Türk müsün? Yaşa Türk!
Siz vereceğiniz nişan veya altını hesap ediniz. O dakika da beklediğiniz iş yapılmıştır. İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan Bedeviler, dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı. Harp cephelerinin ta ortalarında saklanarak, kaçan tarafın ganimetlerini yenmiş olanlardan daha önce toplamak için hayatlarını tehlikeye atanlar az değildi”[7]
Falih Rıfkı Atay’dan yapılan bu alıntı tüm Arapları kapsamadığı doğrudur. Ama İngilizlerle birlikte olup Osmanlıyı arkadan vuran Bedevilerden sonra Türklerin Araplara karşı davranışı hep mesafeli olmuştur.  Özellikle ulus temelli olarak kurulan cumhuriyet rejimine özgü seküler bir Türk kimliği oluşturmada Araplar ötekileştirilmiştir. Kurtuluş savaşında Arapların kâh kendi istekleriyle kâh Batının zorlamasıyla Türk devletinden ayrılması ile Arap olmayanlardan oluşan bir devlet kurulur. Bu çok önemli bir kopuşu getirir. Keşke olabilseydi de o dönemde hiç olmazsa Cemal Paşa’nın düşlediği “Osmanlılaştırma politikası” içinde düşündüğü Suriye ve Lübnan’ın yeni Osmanlı devleti (Türkiye Cumhuriyeti) sınırları içinde kalsaydı. Tarihten gelen acıların ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde olumsuz Arap imgesi pekişmiştir. 
Bu Levant bölgesi denilen Şam-Kudüs bölgesindeki Arapların da aslında köken olarak Türk olduğunu belirtir Falih Rıfkı Atay: “Arap milliyetçiliği güden Şamlı Azimzadeler, Konya’dan gelme Kemik Hüseyin’in torunları idi. Halep’in esas familyalarının asılları Türklerdi”[8]. Bir bakıma Osmanlılaştırma asimile etme değil, kimliğini geri kazandırma olarak da görülebilir. Burada ilginç bir durum var. Türkler kolaylıkla asimile olan bir ulus mudur? Bu soru sorulmalıdır. Yani günümüz İran’ının %60’ının Azeri olduğu savı zaman zaman dile getirilir. Ama bu topluluk her geçen gün Farslaşmaktadır. O zaman Arap çöllerinde asimile olmuş çok sayıda Türk ailesine geç de olsa bir selam mı göndermemiz gerekiyor acaba.
Alpay Kabacalı’nın kitabında Yemen ülkesinde savaşarak orada canını vermiş Türk gençlerinin acıklı öyküleri anlatılır. Trablusgarb Savaşı'na başta Mustafa Kemal olmak üzere birçok genç subay gönüllü olarak katılır. Gizlice girebildikleri Arap çöllerinde gerilla savaşları örgütlerler. Nice genç subay bu savaşımda canını verir. Gerçekte bu savaşımın içinde bulunanlar bu çabaların umutsuz bir girişim olduğunu biliyorlardı. Balkan Savaşı başlayınca geri döndüler. Kabacalı çalışmasında Çanakkale ve Kafkas Cephelerindeki savaşların sürdüğü yıllarda bağımsızlığımız için güneyde İngiliz ve Fransızlara karşı yokluklar içinde gösterilen özverileri, yaşanılan olumsuz koşulları ve kahramanlıkları anlatır. Hoş, o dönemde hangi cephede olumlu bir koşul vardı ki!! Yemen’de, Aden’de Trablusgarp’ta, Arap çöllerinde nice genç Türkün cesedi kaldı. 
Bu bölgedeki Arabı, dürzisi kendi keyfine bakarken zavallı Türk askeri onları sömürgecilerden korumaya çalışıyordu. “Kudüs’ün en güzel yapısı Almanların, ikinci güzel yapısı yine onların, en büyük yapısı Rusların, bütün öteki binalar İngilizlerin, Fransızların, hep başka ulusların idi. Gül sakalları baharat kokan dürziler, saçları örgülü Yahudiler, elleri meşinleşmiş Urban ve entarili Araplar, hepsi Türk ordusu kanala doğru giderken, dar Suriye ve Filistin kıtasında iki safa ayrılmış: “Geç yiğidim geç!” diyordu”[9]. Ne acı değil mi? Güya Osmanlı Ordusu onlar için savaşıyor ama onların umurunda bile değil.
O dönemde Osmanlı’nın canla başla savunduğu bölgedeki en büyük etkinlik Türk’e karşı gelmektir: “Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap sorunu vardı sanmayın. Arap sorunu denen şey Türk düşmanlığı duygusuydu”[10]. Bu yazının amaçlarından birisi Türk ordusunu ve devlet yönetimini uyarmaktır. Araplara belli olmaz, biz girdiğimiz için Türk düşmanlığı yeniden hortlayacaktır. Bu nedenle yıllar sonra girdiğimiz Afrin ve El-Bab bölgesi için geçmişte yaşanılanları unutmamak gerekiyor. 

Tarihten Alınacak Dersler
Osmanlı İmparatorluğu dağılmış, artık ulusçuluk üzerine bir devlet kurulmaya çalışılır. Gel gör ki bu toplumun ulusçuluk konusunda fazla bir deneyimi yoktur. Bir imparatorluk kalıtı sahibi Türklerin böyle bir konudan haberleri bile yoktur. Hatta daha da acısı İmparatorluk içinde Türklerden başka her ulusta “ulus bilinci” geliştiği halde, bu büyük imparatorluğu kuran Türkler sorumlulukları gereği, bu durumları görmezlikten geldikleri bile söylenebilir.  Falih Rıfkı savaş sonrası durumu şu biçimde anlatır: “Osmanlılıktan ümidimiz kesilmiştir. Başlayan Türkçülüğü dilce zevksiz, milliyet anlayışı ile Asyalı buluyorum. Bu bir kararsızlık ve araştırma hali!”[11]. Herkes yeni bir değerleri yeşertmeye çalışır ancak daha önceden böyle bir deneyim yoktur. Osmanlılık vardır, ırk temelli düşünce yoktur. Şimdi ise Osmanlılıktan herkes kurtulmaya çalışmaktadır. Bunu koşullar zorlamıştır. Ama İmparatorluk içindeki herkes huzur içinde yaşadığı imparatorluk içinden kurtulmaya çalışırlar. En çok da Araplar buna isteklidirler. 
Osmanlı İmparatorluğu’nda Araplar ve Araplaşma çok hoşgörülü bir durumda idi. Dinden gelen bir durum gereği, herkes bu ırka daha hoşgörülü yaklaşır. Hatta son dönemde durum iyice Türklerin aleyhine olmaya doğru gitmektedir. Deyim yerinde ise tam ucundan dönülmüş, yoksa Türk diye bir ırk bile kalmayabilirmiş: “Eğer medrese ve bilinçsizlik sürmüş olsaydı, Araplığın, Anadolu’nun yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu”[12]. Osmanlı’nın son döneminde en azından Kudüs ve çevresindeki bürokrat kesiminin tümüne yakını Araplardan oluşmaktadır. Bir Türk imparatorluğunda çalışman bu Araplarla ilgili Atay’ın saptaması çok ilginçtir: “Türkleşmiş hiçbir Arap görmedim ama Araplaşmış Türk’e çokça rast geldim”[13]. Bu kadar hoşgörü gösterilen bir toplumun Osmanlı İmparatorluğu aleyhine çalışması, en azından bazı aşiretlerin bu biçimde çalışması sonradan kurulan Türkiye Cumhuriyeti için affedilmeyecek bir durum olarak görülmüştür.
Osmanlı Anadolu’da kurulmuş olsa da en görkemli yapılarını, altyapılarını hep Anadolu dışında yapmıştır denilebilir. Şam’da, Saraybosna’da, Kahire’de, Medine’de nice güzel yapılar görülür. Ama yine de çok geniş bir coğrafya içinde her yere yeterli yatırım yapıldı mı denirse, o koşullar içinde anca bu kadarı olabilirdi denilebilir. Özellikle Arapların tembelliği ve kolay para kazanma hırsı kendilerini hep geri bıraktırmıştır. Peşin hükümlü olmak istemesek de, ne acı ki Müslümanlar değişik açılardan geri kalmışlardır. “Filistin’in yeni kasabaları ve köyleri Yahudi eseridir. Bu, yeni değil, yepyeni bir Filistin’dir. Köylerinde akşamları smokin giyen İngiliz Yahudisi muhtarlık eder. Kırmızı yanaklı Alman Yahudi kızları dilijanslar üstünde şarkı söyleyerek bağdan köye döner. Müslüman Araplar ise, bu efendilerin hizmetindedirler: Üzümü Arap gündelikçi sıkar ve şarabını semiz Yahudi içer”[14]. Araplara verilen görev zengin Yahudilerin hizmetçiliğini yapmaktır. “Eski Filistin’de Arap köyü bir toprak yığınıdır. Bahçeler harap, insanlar çıplak, gözler hastalıklıdır. Yahudi Filistin’de kasabalar, portakal kokuları ile düzgün şoseler, frenk incirleri ile çevrilmiştir”[15]. Batının ve Yahudilerin bu bölgeye, Filistin’e özel ilgilerinin olmasını da unutmamak gerekiyor. Yahudilerin uzun süre kendilerince kutsal olan topraklarda bir devlet kurma arzusu vardı. Bu devlet kurma işi “Budapeşteli Yahudi gezeteci Dr. Theodor Herzl’ın 1896’da yayınladığı “Yahudi Devleti” (Judenstaat) adlı yaptıyla hızlanır. Herzl 1897’de Dünya Siyonist Örgütünü kurmuş; Avrupa’daki ve Amerika’daki nüfuzlu ve zengin Yahudiler, büyük devletler nezdinde girişimlerde bulunarak Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak için çalışmışlardır”[16].
Osmanlı döneminde Türkler asla ırkçı yaklaşımı benimsemediler. Zaten daha sonra Türk ulusunun oluşturmada hiçbir deneyiminin olmadığı görülür. Ama İmparatorluk sınırı içinde herkes kendi ırkını, ulusunu söyler. Osmanlı ya da Türk demek yerine ise “Müslüman” sözcüğünü yeğlerler. Günümüz Afrin’ine hizmet eden Türkler şu alıntıyı hiç unutmasınlar:
“Suriye, Filistin ve Hicaz’da: 
-Türk müsünüz?
Sorusuna birçok defalar cevabı
-Estağfirullah! İdi.
Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık.
Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisiydi”[17].
Bu alıntıyı defalarca okumak gerekiyor. Afrin’de yarın iyilik yaptığımız Arap elin İngilizcesini ya da Rusçasını öğrenir de Türkçe için “Estağfirullah” der.
Koskoca Osmanlı İmparatorluğu bu İslam coğrafyasında uzun süre kalır. Ama ne yazık ki orada hep eğreti kalmıştır. Bir İngiliz’in yaptığı gibi kalıcı olamamışız. Kendi kültürümüzü oralara yerleştirememişiz. “Çıplak İsa, Nâsıra’da marangoz çırağı idi; Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kağıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor”[18]. Artık şunu gururla söyleyebiliriz. Türke ait bir değerler dizgesi oluştu. Türk eğitim dizgesi, kültürel yapısı oluştu. Bu konuda Atatürk’e ve genç Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlara çok şey borçluyuz. Artık gittiğimiz her yere Türk değerlerini götürmemiz gerekiyor. Gerektiğinde üniversite yapısını, askerlik düzenini, Türklere ait bilgikuramını oralara götürmemiz gerekiyor.

Ne Yapmalı?
Afrin’de ve El Bab’da yeniden korku ile size saygı duymalarını istemiyorsanız o bölge halkının kalbini kazanmak gerekiyor. Bu da en kolay eğitim yoluyla geçer. Amerikalılar çok kötü davranıyorlar ama eğitim ile birkaç kişiyi alıp kendi ülkesinde eğitiyor. Biraz para veriyor ve kendisine kul köle ediyor. Biz de böyle davranalım demek istemiyorum ama mutlaka o bölgede Türk kimliğini anımsatıcı çalışmalar yapılması gerekiyor. Yoksa eski şehitlerin üstüne yeni Mehmetçiklerinin gelmemesini istiyoruz. Bölgenin iyi bir demografik, toplumbilimsel, politik, siyasi ve dilsel betimlemesini yapıp tüm çalışmaları bu bağlamda yürütmek gerekiyor. Falih Rıfkı Atay’ın küçücük kitabından alınacak çok sayıda ders vardır: “Almanlar harpten sonra İmparatorluğu sömürgeleştirmeyi düşündükleri için en kuvvetli kimseleri yedek subay olarak aramıza göndermişlerdi. Öyle sanıyorum ki, Anadolu ve Suriye için en iyi incelemeler bu Almanlar tarafından yapılmıştır”[19]. Bilimsel olarak bu doğrudur. Üzerinde çalışacağınız ne ise o şeyi çok iyi betimlemeniz gerekir.
Eğitime mutlaka önem verilmeli. Onlar bizi Araplaştırmadan (ne acı son dönemde Türkiye’de Arapça sevdalıları yeniden görünür oldu) bir onlara Osmanlı kimliğini yeniden geri kazandıralım. Mutlaka Türkçe öğretelim. Bu çok önemlidir.
Amerikalılar PYD’ye silah veriyor. Onlar da bilmiyor bu bölge halkının nasıl bir yaşama biçiminin olduğunu. Falih Rıfkı’dan aldığımız şu alıntı sanıyorum dün, bugün ve yarını anlatan güzel bir örnektir: “Bir Fransız raporunda şu belirtiliyor: Lübnanlılar ihtilal yapamazlar. Bizden bir vakitler silah istediler, verdik. İsyan çıkaracakları yerde, silahları çöl Araplarına sattılar!”[20]. Bu ruhsal yapıdaki insanların torunları yine aynı bölgede. Bunları hep göz önünde bulundurarak adımlar atılması yerinde olacaktır. Falih Rıfkı Atay’ın anlatısındaki bir görüşün şimdilerde kalmadığını söyleyebiliriz: “Bizim sömürgeciliğimiz, Osmanlı sömürgeciliği, şu ana fikir üzerinde kurulmuş bir düş idi: Türk ulusu kendi başına devlet yapamaz”[21]. Biz gerçekten sömürgeci bir ulus değiliz. Onlara insanı yaşama ortamı sağlıyoruz. Bunun tersi düşünülemez.
Bugün Afrin’de, El-Bab’da kalıcı olmasak da, oradaki toplulukların nereden geldiğini gösterecek belgeler sunulabilir. Türklerin amaçları doğru bir biçimde anlatılabilir. Aksi durumda orada kalmamız temelsiz olur: 
“Birgün Kurmay Başkanı bana demişti ki:
- Suriye’de bizim ne kadar temelsiz olduğumuzun en iyi misali nedir bilir misiniz?
Yüzüne baktım.
- Şu sekiz yaşında çocuğun, korkudan bana selam duruşu!”[22].
Oralarda eski Osmanlının olmasa da, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı sevilecek ve gölgesine sığınılacak bir bayrak olduğunu gösterebilmemiz gerekiyor. Aksi durumda tüm sömürgeci uluslar orada sıra bekliyor. Tıpkı eskiden olduğu gibi: “Lübnanlı Hıristiyanlar Fransız dostudur. Hıristiyanları sevmedikleri için Müslümanlar da İngiliz taraflısıdır. Beyrut Araplarının çoğu Fransa’yı sever. Fakat Ortodokslar Ruslara bağlanmışlardır. Niçin? Hiç… Kendilerine göre Osmanlı bayrağından daha şerefli ve nüfuzlu herhangi bir bayrağa bağlanmış olmak için”[23].  O dönemde Türk düşmanı olmak moda imiş. Artık kendimize olan güvenimizin artması ile sömürgeci olmayan bir Türk devletinin varlığını da oralarda hissettirmemiz gerekiyor.
Belki de çok eskilerdeki Türk imgesini yeniden anımsatmamız doğru olacaktır: Cahiz adlı bir Arap yazarın Fezâili’l-Etrâk adlı yapıtında Türkleri bir kurtarıcı olarak görür: “Türk olağanüstü ustalığı olan, çok iyi ata binen, çok iyi ok, kılıç ve kement kullanan bir ulustur. Savaşta yenilmesi olanaksız, neredeyse öldürülmesi de mümkün olmayan mitolojik bir öge gibidir”[24].

Sonuç
Burada Falih Rıfkı Atay’ın 1932 yılında yazdığı ve Kudüs ve Suriye alanlarında Türklerin yaşadıkları bağlamında günümüz durumlarını ele almaya çalıştık. Kendimizce bazı önerilerde bulunduk. Tüm önerilerimizin temelinde eğitim, Türkçe ve Türk kültürünü doğru bir biçimde sahadaki insanlara aktarılması ve istekli olması durumunda öğretilmesi vardır. Zamanında Türklüğünü kaybetmiş olan Suriye halkına eski kimliğinin anımsatılması, isterlerse eski kimliklerini kazanmaları konusunda kendilerine yardımcı olunabileceğinin söylenmesi görüşü vardır. 

KAYNAKÇA
ARMAOĞLU, Prof. Dr. Fahir (1986) 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi. 1914-1980. 3. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları 
ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları,
ETHEM, İbrahim (2015) “Arap Edebiyatı Üzerinden Türklere Bir Bakış”, Atatürk Kültür Dil Yüksek Kurulu Yayınları, sayı:1 [317-331]
KABACALI, Alpay (1990) Arap Çöllerinde Türkler, İstanbul: Cem Yayınları.
ÜÇOK, Prof. Dr. Coşkun (1980) Siyasal Tarih. 1989-1960. Ankara: AÜ Hukuk Fakültesi Yayınları 


[1] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, ss. 117-118.
[2] ETHEM, İbrahim (2015) “Arap Edebiyatı Üzerinden Türklere Bir Bakış”, Atatürk Kültür Dil Yüksek Kurulu Dergisi, sayı:1, s. 319.
[3] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 69.
[4] KABACALI, Alpay (1990) Arap Çöllerinde Türkler, İstanbul: Cem Yayınları, 96 sayfa.
[5] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 77.
[6] ÜÇOK, Prof. Dr. Coşkun (1980) Siyasal Tarih. 1989-1960. Ankara: AÜ Hukuk Fakültesi Yayınları, s. 217
[7] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, ss. 86-87.
[8] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 44.
[9] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 45.
[10] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 47.
[11]ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 37.
[12] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 45.
[13] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 44.
[14] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 73
[15] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 73.
[16] ARMAOĞLU, Prof. Dr. Fahir (1986) 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi. 1914-1980. 3. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları, s. 199.
[17] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 44.
[18] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 43.
[19] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 91.
[20] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, ss. 49-50.
[21] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 45.
[22] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 89.
[23] ATAY, Falih Rıfkı (2017) Zeytindağı, İstanbul: Pozitif Yayınları, s. 55.
[24] ETHEM, İbrahim (2015) “Arap Edebiyatı Üzerinden Türklere Bir Bakış”, Atatürk Kültür Dil Yüksek Kurulu Dergisi, sayı:1, s. 320.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

YÜZÜNDE GÖZ İZİ VAR, SANA KİM BAKTI YARİM?

TÜRKÇE BİR DÜNYA DİLİ OLABİLİR Mİ?

"KOR" FİLMİ ÜZERİNDE BİR DEĞERLENDİRME/ÇÖZÜMLEME